2 Aralık 2016 Cuma

Türkiye'nin Diğer Ülkelerle Eğitim Sisteminin Karşılaştırılması

Sınav olmak, bilgiyi ölçmenin yollarından biridir. Peki bu sınav bizim bilgimizi ne ölçüde gerçeğe yakın ölçüyor?

Sınavda başarılı olmak konuyu bilmenize, sınava hazır olmanıza ve o anın içerisinde psikolojik, biyolojik bir rahatsızlığınızın olmamasına bağlıdır. Bu gibi değişken durumlar sınavda ciddi hatalar yol açabilir. Sınavlara çalışırken de çalışma esnasında değil çalışmanın hemen öncesinde müzik dinlerseniz zihniniz rahatlayacak ve o rahatlıkla bilgileri depolamanız rahatlaşacaktır.

6 yaşında başlayan sınav maceramız üniversite, iş hayatı, ölüme kadar uzanan bir yolculukla devam ediyor. Buna rağmen her sınav oluşumuzda strese yenik düşüyorsak bu bilgiyi ölçme metodunun yanlış olduğu noktasına varabiliriz.

Türkiye, OECD'nin eğitim raporunda 41.sırada. Üst sıralarda yer alan Finlandiya, Japonya, Singapur gibi ülkelerin eğitim sistemlerini incelersek neden 41.sırada olduğumuz konusunda kesin yargılara ulaşabiliriz.

5 milyon nüfusa sahip olan Finlandiya'nın eğitim sistemi ülkemize kıyasla temel farklılıklar taşıyor.
--
Öyle ki biz sınav olmaya ve diğerleriyle yarıştırılmaya 6 yaşımızda başlarken Finlandiya'da eğitimin başlangıcının yaşı 7. Eğitim hayatı başlangıcının ilk 6 yılında ise derslere not verilmiyor. 

Ebeveynlerimiz bizi okullara servislerle, elimizden tutup sınıfıma götürürlerken Finlandiya'da öğrenciler bisiklet veya yaya olarak derse gidiyorlar.

Türkiye'de ders saati 6 iken Finlandiya günde 4 saat ders yapıyor.

Japonya'nın eğitim sisteminde ise öğrencilerin sorumluluk alması adına hademeler çalıştırılmıyor. Öğretmen ve öğrenciler bütün okulun temizliğinden sorumlular.

Yine Japonya'nın öğretmenleri yemeklerini öğrencileriyle birlikte aynı masalarda yiyorlar.

Singapur'da öğretmenler okul müdürü olamıyorlar. Okul müdürü olmak için okul müdürlüğü okumak gerekiyor.

Singapur'da bazı öğretmenler doktorlardan daha fazla para kazanıyorlar. Öğretmen olmak da doktor olmak kadar zor.

--
"Bazı insanlar aile kurmayı öğrenirler. Yani buna değer verirler. Bazıları ise başka bir takım şeylere, değer verirler. Onlara değer verirken niye değer verdiğini düşünmez birey, toplum için erimiş olan birey. Toplum koleje girmeyi bir değer olarak sunduğu için artık o kişiliğini yoksayma halidir. Koleje girmek için yarışır, üniversiteye girmek için yarışır, iyi bi işe girmek için yarışır, güzel bi kadınla evlenmek için yarışır. Devamlı bir yarış ve kazanma zorunluluğu." -Kaybedenler Kulübü
Küçük yaşlarda başlayan yarışın içinde olma zorunluluğumuz bizleri okuduğunu anlamayan, analitik düşünemeyen, sıra beklemeyi bilmeyen, emir altında çalışan ve sözünün hiçbir değeri olmayan eğitimsiz insanlar yaptı. Bizim eğitimsizliğimiz sistemde değil, sistemi yanlış yönetenlerdedir. O halde eğitim sisteminin değil eğitim sistemindeki yanlışlıkların kökü kazınırsa ancak başarıya o zaman ulaşabiliriz. Tek yol eğitim!

13 Kasım 2016 Pazar

Sosyal Medyanın Yarattığı Kitap Okuyamama Sorunu

Belki de günümüzün en büyük sorunlarından biriyle artık yüzleşmemiz gerektiği kanaatindeyim: "kitap okuyamamak"

Tabii ki burada bahsetmek istediğim temel sorun okumamak değil okuyamamaktır. 

Twitter, snapchat vs. sosyal medya araçlarının temel prensibi bizi başkalarına karşı iletişim haline sokma çabasıdır. Düşündüğünüz bir şey anında 140 karaktere sığdırılıp twitterda tweet şeklinde yer bulmak zorunda. Veya snapchatten bahsetmek gerekirse yaşadığınız o an ertesi gün artık hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü insanlar sizin dünkü fotoğraflarınızı ya da videolarınızı merak etmiyor. Tek yapmanız gereken, "an"ı paylaşmak. "An"ı paylaşırken de başkalarının o "an"ından haberdar olmak zorundayız. Devamlı olarak iletişimin zorunluluğu içerisindeyiz.

Twitter düşüncelerinizi uzun uzun yazmanızı istemiyor sizden, 140 karakter yeter çünkü insanların düşüncelerinize ayıracak vakitleri yok.
Snapchat şu an ne yaptığınızı paylaşmanızı istiyor çünkü dün ne yaptığınız kimsenin umurunda değil. 

Tamamen bizler diğerlerini umursamayan ve kendini tatmin etmeye odaklı bir mekanizmanın bağımlılarıyız.

Ne düşündüğünüzü ne yaptığınızı ve nerede olduğunuzu insanlarla "anında" paylaşabilirsiniz. Sosyal medyayı besleyen ve ayakta tutan da zaten budur. Fakat bununla beraber inanılmaz bir bilgi akışı var ve sosyal medyadan ne kadar uzak olursanız siz de o kadar bilgiden uzak kalacaksınız. Bu gözle bakılacak olursa eğer sosyal medya çağı yakalamak noktasında çok önemli bir yere sahip. Fakat sosyal medyanın bahsettiğimin dışında kullanımının doğurduğu en büyük sonuç kitap okuyamamaktır.

Anlık fotoğraflar, anlık yer bildirimleri, anlık eğlenceler, anlık hayatlar, 140 karakterlik tweetler... 

Bir bakmışsınız ki anı paylaşmak dışında bir şey yapamaz olmuşsunuz. Bahsettiğim şey bunlardan ibaret. Kitap okuyamamak sosyal medyanın bize dayattığı anı yaşamak yerine anı paylaşmaktan ibarettir. Kitap okumak durağan, yavaş bir aktivitedir. Binlerce kelime ve binlerce fikirden oluşur. Okuması da emek gerektirir. Sosyal medyadaki yapmacık hayatların dışında, bir o kadar da gerçekçi kurgulanmış kesitler sunar bizlere. Bırakın sosyal medyadaki yapmacık tavırlarınızı artık. Çünkü masallar bile (!) sizden daha gerçekçi.

2 Kasım 2016 Çarşamba

"Korkma Ben Varım!" Kitap Özeti ve İncelemesi

Bu blogda kitap özeti paylaşmayı düşünmüyordum fakat bu özet, blog için bir istisna olsun istedim. ☺

Kitabın hikayesinden öte beni en çok etkileyen şeylerden birisi Murat Menteş'in üslubu oldu. Sıradan bir yazarın üslubuna sahip olmadığı, ilk satırlarda başlayan savaş sahnesi betimlemeleriyle açığa çıkıyor . Sırtından vurulan bir adamı anlatırken "sırtından vurulan bir penguen, nar taneleri saçarak infilak ediyor!" şeklinde tasvirlerle kitabı zenginleştiriyor. Kitabın bu şekildeki anlatım tarzı alışık olmadığımız türden olsa da kitapta yazarın bu anlatımının hiç sırıtmadığını da görüyoruz. Karakterlerin her biri özgün hikayeler ve ilginç isimler taşıyor. Bu sebeplerle kitabın yazarı beni diğer kitaplarını en kısa zamanda okumam konusunda fazlasıyla teşvik etti.

--- spoiler ---
İlk bölüm kitap Gönül İşleri Bakanlığı'nda çalışan aynı zamanda dövüş ustası da olan Fu'yu betimleyerek başlıyor. Fu karakterinin ilginç bir özelliği olarak çin atasözlerini çok fazla ve çok doğru yerlerde kullandığını söyleyebiliriz.

Kitabın diğer önemli karakterinden biri de Gıcırbey:
Gıcırbey "bildiğim bir şey varsa..." şeklinde sürekli aforizmalarla konuşan bir karakter. Bu karakter başkalarından intikam alarak para kazanan zayıf ve mülayim bir adam. Hikayenin eskiye atıfta bulunan bir bölümünde Gıcırbey ve Fu'nun tanışıklığının ortaokul sıralarında başladığını görüyoruz. Fu'nun intikam almak istediği kişi olan "Hayati Tehlike" için, Fu ve Gıcırbey telefon görüşmesi yaparlar. Hikaye, Hayati Tehlike'nin Gıcırbey'i öldüreceğini anlayan Fu'nun bu durumu Gıcırbey'e haber vermesi ve Fu'yla Gıcırbey'in ortak olmalarıyla devam ediyor. Kitabın ilginçleşmeye başladığı noktalardan birisi de Gıcırbey'in ve Hayati'nin aynı kızdan, Şebnem'den hoşlanmalarıdır.

Hayati gangsterdir. Şebnem'in babasının polis olduğunu bildiği için de Şebnem'e kendisini padişah yorganları satısıcısı Enver Paşa olarak tanıtır ve Şebnem'le yakınlık kurar. Kitap Şebnem ve Enver'in samimiyetini anlatırken işler yavaş yavaş kızışır ve silahların ve mermilerin havada uçuştuğu bölümler başlar. En sonunda Hayati ve Şebnem mutlu şekilde hayatlarına devam ederken kitaptaki diğer karakterlerin hepsi ölür.
--- spoiler ---


Kitaptaki anlatımın farklı boyutlarını anlamak adına karakterlerin hayatlarından biraz daha örnek verebiliriz. Gıcırbey'in yüz yıldır yaşayan papağanıyla olan hikayesini anlamamız adına hikaye bir süreliğine papağının gözünden akmaya başlıyor. Hikayenin Gıcırbey'in babasından bahsettiği bölümde ise ayakkabıcı olan babası yaklaşık 5 sayfa kadar ayakkabının tarihi ve yapım aşamalarıyla ilgili bilgiler veriyor. Diğer karakterlerden Şebnem, tarih öğretmeni olduğu için kitaptaki Şebnem'e ayrılan her bölümde tarihte o ay ve güne tekabül eden önemli olayların Şebnem tarafından anlatılmasıyla başlıyor.. 

Kitapta bitmek bilmeyen karakterler arası bir geçiş var fakat kitabın mükemmel kurgusu hikayenin akışını hiç bozmuyor. Karakterler üzerine yazarın detaylıca yoğunlaştığı ve anlatımı nasıl zenginleştireceği konusunda fazlaca kafa yorduğu da gayet açık. Bu yönleriyle değerlendirecek olursak yazarın kurgusu, karakter analizleri ve üslubu yönünden benim çok beğendiğim bir kitap oldu. Hala daha okumamış olan var ise okumadığınız için çok şanslısınız çünkü önünüzde çok kısa zamanda keyifle okuyacağınız bir kitap var!

17 Ekim 2016 Pazartesi

Asansör Üzerine Deneyler ve Psikolojik Detaylar

Bir önceki yazımda zamanın ne kadar gerekli olduğunu ve hızlı yaşamaya ne kadar alıştığımızdan bahsetmiştim. Yüksek katlı binalarda bizi hızlı bir şekilde ulaşmamız gereken noktaya taşıyan bir alet var: asansör.

Asansör psikolojinin çok fazla ilgi odağı olan ve insan davranışlarının incelenmesi için önemli bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Asansörler insanların genellikle yalnız başına kalabildikleri tek mekan ve böyle bir yerde rahat hissetmeleri üzerine çok önemli faktörler var. Eğer tanımadığınız insanlarla aynı asansördeyseniz asansörler kapalı ve dar alana sahip olduklarından savunma mekanizmanız farkında olmadan istemediğiniz davranışlar sergilemenize neden olabilir. Üzerine konuşulacak birkaç deneyden bahsetmek istiyorum.

İzlediğim "sosyalleşmek" üzerine yapılmış deneyleri anlatan belgeselde asansörle ilgili bir kısım vardı. Asansörde tek başına yukarı katlara çıkmakta olan bir birey vardır. Yukarıya çıkmakta olan asansörü bir üst katta iri yarı 4 adam beklemektedir ve üst katlara olan yolculuk 5 kişi olarak tamamlanacaktır. Denek harici diğer 4 iri yarı adam da birbirini tanımaktadır. Bahsettiğim dört adam diğer adamın bakış açısının zıttı yönünde giriş yaptıkları için gruba uyum sağlamak için denek de duruş pozisyonunu diğerleriyle aynı yönde çevirmek zorunda kalır. Deney bundan sonra 4 adam her farklı yöne döndüklerinde deneklerin de aynı tepkiyi vermesiyle devam eder.

Türklerin yaptığı bir şakada ise tek başına olan bir adamın yanına sayıca fazla bir taraftar grubu bağıra çağıra tezahüratlar eşliğinde asansöre girerler ve adam savunma mekanizmasıyla kavga çıkarır ve etraftakilere birkaç yumruk savurur.

Aslında bu deneyler insan davranışının uyarana verdiği 2 farklı tepkiyi gösteriyor. Aşağı yukarı uyaranlar aynı diyebiliriz: savunma mekanizmasını harekete geçiren kalabalık bir grup. Savunma amaçlı birisi pasif kalırken diğeri de saldırarak kendini koruma amacına gidiyor. İnsanoğlu için hayatta kalmak en önemli unsur olduğundan tepkiler değişse de davranışlarında temel gaye aynı kalıyor.

Yine psikolojik olarak ele alınması gereken başka bir unsur her asansörde neden aynanın bulunduğu sorusudur. Klostrofobiye sahip olmayan insanlar bile 3m² alanın içerisindeki daralacak, bunalacaktır. Dar alana derinlik katmak da aynanın görevidir. Aynalar alana derinlik kattığı için insanlar kendini güvende hisseder. Bazı yerlerde asansörler tamamen dışarıyı görecek şekilde camdan yapılırken geriye kalan asansörler derinlik için aynayı tercih eder. Sebebi ise insanın dar alana olan korkusundan kaynaklanır.

Bir diğer konu da asansörlerdeki kapıyı kapama butonu. İlginç bir bilgi olarak asansörlerde en erken eskiyen butonların bu butonlar olduğunu söyleyebilirim. Bu butonun da psikolojik bir deney unsuru olduğunu bir yerlerde okumuştum. Bahsettiğim bu butonlar insanların düğmeye basıldığı takdirde kapının 2 saniye erken kapandığını ve gidilmek istenen yere bu vesileyle daha hızlı gidildiğini düşünmeleri üzerine yapılan bir deney. Butona basıldığı sırada zaten asansörün kapanması için geri sayım biter ve buton ve geri sayım ikilisi aynı zamana denk geldiğinden kapı kapanır. Bu deneyde basılan buton bir placebo etkisi yarattığından insanlar kullanınca içlerini rahatlatır. İstanbul'da ulaşım için trafikte her gün 4 saatini harcayan insanlar olduğunu da düşününce 2 saniye insan hayatı için oldukça önemli bir etken görülüyor sanırım.

İnsanlığın bütün buluşları tembellik üzerine olmuştur. Ulaşımda gideceği alana yavaş gitmekten bunalan tembel insan daha hızlı otomobilleri, uçakları doğurmuştur. Basamaklar da insanın tembelliğinden yerini asansöre bırakmıştır. Spor yapmayan bireyler olarak altımızda araba, asansör ve diğer ulaşım araçları oldukça 2 adım atınca soluk soluğa kalmamız kaçınılmaz bir şey olarak gözüküyor.

Tembellik etmeyin, yürüyün! ☺

12 Ekim 2016 Çarşamba

Zaman Mefhumu

Hepimizin bizi meşgul eden bazı uğraşları ve işleri var. Herkes; işe, okula, buluşmaya yetişmek zorunda. İşlek bir caddede insanları izlediğinizde herkesin bir acelesi olduğunu göreceksiniz çünkü modern dünya insanı yaşamak için hızlı olmak zorunda. Bu da aslında bir doğal seçilim sayılabilir. Çitanın evrim sürecinde hayatta kalması "en hızlı koşan çitaların" diğer hayvanlardan kaçarak soyunu devam ettirebilmesine bağlıdır. Yavaş koşan çita zaten diğer canlılar tarafından yaşamını yitirecektir. Çağa ayak uyduramayan, insanların hızlı yaşamlarına adapte olamayan birey de hayatta hep geri planda ve istenmeyen bir konumda olacaktır.

Uğraşlarımız bizi o kadar esir almıştır ki, zaman kavramının değerini insanoğlu kavrayamamıştır. Diş macununun bütününü dışarı sıktığınızda bile diş macununu tüpüne geri sokmanızın bir olanağı vardır. İmkansız şey henüz imkanı için çaba harcanmamış olandır. Pekala imkansızı bile başarabiliyorsak neyi başaramıyoruz? Tabii ki de zamanda geriye gitmeyi. Zaman en büyük ihtiyaçtır. Zamanın önemli olduğu bir yerde yapmak gereken tek şey ise bilgiye ulaşmaktır.


"Bilmek egemen olmaktır." -Bacon

İnsanın bilmek istemesi egemen olma isteğinden gelir. En çok bilen gücü en çok elinde tutan insandır. Sokrates'in öğrencilerinden biri dönemin en büyük kahinine "en bilge kişi kimdir?" sorusunu sorar ve Sokrates'in "dünyanın en bilge insanı" olduğu cevabını alır. Öğrencisi Sokrates'e bu cevabı ilettiğinde ise Sokrates bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediğini bilmekten ibaret olan biri olarak şaşkınlığını dile getirir. Devlet büyüklerine ve bilge olduğu söylenilen insanlarla konuşmaya ve başkaları tarafından en bilge kabul edilen insanı aramaya koyulur fakat gördüğü üzere insanlar Sokrates kadar bilge değildir. Bu durumda insanın bilgisiyle böbürlenmek bir yana bilmediğini bilmenin en büyük erdem ve bilgelik olduğu sonucu ortaya çıkıyor.

Asırlardır filozofların istedikleri tek şey "episteme"ye "logos"a yani bilgiye ulaşmaktır. Evreni anlamlandırmaya başladığınız an bilgiye yaklaşırsınız. Platon bu yüzden en ideal devletin tanımı olarak devletin başına bir filozofun geçmesi gerektiği düşüncesindedir.

Bilgisizliğin, aklın almadığı noktanın ve anlama çabasından kaçınmanın başladığı yerde ise işin içine yaratıcı ve koşulsuz iman gelir. Hayatta her şeyin cevabını tanrıya atfettiğiniz anda felsefe hiçbir zaman doğmayacak ve evrenin temel maddesi, bilgiye ulaşmanın imkanı, iyinin ve doğrunun ne olduğu, dünyanın şeklinin neye benzediği gibi sorular hep askıda kalacaktır. Bu yüzden felsefe yaparken düşüncenin bir noktasında "tanrı ol dedi oldu" fikri sizi kısıtlandırıyorsa bu tür dogmaları askıya alarak konuyu tekrardan gözden geçirmek gerekmektedir.

Zamanın ve bilginin hayattaki en önemli iki şey olduğunu düşünüyorum. Bilgiye ulaşmanın en büyük yolu da çok okuyup çok araştırmaktan geçer. Bence modern dünyanın hızı sizi aldatmasın. Sindire sindire kitap okuyun ve yavaş yavaş yaşayın hayatı. Böylesi sizi güçlü ve entelektüel biri kılar. Sistemin esiri olmaktansa kendi sisteminizi oluşturmanız ancak bu yolla olur.