16 Aralık 2018 Pazar

Teorinin Karşısına Olgu mu, Bir Başka Teori mi Gelmelidir? -Popper ve Lakatos ekseninde incelenmesi:


Bir teorinin karşısına olguyu değil, ancak bir başka teoriyi koyabilirsiniz. -Lakatos
Popüler mit, teoriyi güçlendiren etmenin olgu olduğunu söyler. Teorinin karşısına olgu gelmelidir. Fakat popüler mitin aksine Galileo, mekanikte çok az deney icra etmiş gibi gözükür. Teorisini ifade ederken atıfta bulunduğu deneylerin çoğu, düşünce deneyleridir. Bu, yeni teorilerin bir biçimde olgulardan çıkarıldıklarını düşünen ampiristler için paradokslu bir olgudur.[1]

Lakatos, Popperci pozisyonla müşterek çok şeye sahiptir. En önemli farklılıklardan biri Popper’de kararlar, yalnızca tekil önermelerin kabulü ile ilgili oldukları halde, Lakatos’da aygıtın katı çekirdeğini teşkil eden üniversel önermelere uygulanabilecek ölçüde genişletilmesidir.[2]

Bir diğer farklılık ise, Popper’ın biliminin teorinin karşısına olgu gelmesi gerektiğini destekleyen bir yapıda olduğunu söylemek mümkün iken aynı durum Lakatos için geçerli değildir. Lakatos, teorinin karşısına karşıt bir teori gelmesi gerektiğini öne sürer.

Popper’a göre bir kuram, “onu yanlışlayabilecek can alıcı bir deney veya gözlem ortaya atabiliyorsa bilimseldir; bunun gibi bir “olanaklı yanlışlayıcı” tümüyle reddediliyorsa, o kuram sahte-bilimseldir”.[3] Bilimsel kuramların öngörüleri deneysel gözlemle çeliştiği takdirde kuramlar yanlışlanır ve çok geçmeden terk edilir, bilim de bir yanlışlanabilirlik süreciyle, bir eleme süreci şeklinde ilerler. Lakatos da bilimin “ilerleyici” yanının olması gerektiğini söyler. Dolayısıyla her geçerli teorinin bir önceki teoriden daha fazla olguyu açıklaması da beklenir. Lakatos bilimi, bilim tarihinden-zamandan bağımsız düşünemez. Bundan dolayı teorinin karşısına bir başka teoriyi koyar. Ortaya çıkan mevcut iki teoriye de zaman verilmesi gerektiğini söyler.  İlerlemeyi sağlayan teori ise devamlılığını sürdürecektir.



[1] Chalmers, A. Bilim Dedikleri, Vadi Yayınları, çev. Hüsamettin Arslan, 1994, s. 141.
[2] a.g.e., s. 146.
[3] Lakatos, I. Bilimsel Araştırma Programlarının Metodolojisi, Alfa Yayınları, 2014, s. 23.

12 Ocak 2018 Cuma

Potansiyeller: “En” olmak ve “Daha” olmak

İnsan potansiyelleri olan varlıktır; potansiyellerinin farkındadır fakat sınırlarını bilmez. Herkes en iyi, en mükemmel olamaz. En olmak yalnızca birliğe atfedilebilir. Enlik sıfatını bir kişiye atfettiğimizde geriye kalanlar yalnızca olduğundan “daha” iyi olma potansiyeline sahiptir. Herkes daha iyi olma çabası içerisindedir fakat bazıları “daha” olmakla yetinirken bazılarıysa sadece “en” olarak tatmin duygusuna erişir.

Her birimiz daha iyi olmak için çabalarız çünkü bu çaba, gelişimin bir parçasıdır. Gelişim süreklilik izleyen ve geriye dönüşler içermeyen bir mekanizmadır. Yaşlanınca eli ayağı tutmayan birisi gelişim halindedir. Eli ayağı tutmayan birisinin zihinsel gelişmeye devam ettiği söylenebilir. Potansiyeller, zihne bağlı olarak neler yapabileceğinin farkında olunmasıdır. Zihin ucu bucağı olmayan bir deryadır. Ulaşılmayacak olan için çırpınır durursunuz fakat erişemezsiniz. Bu, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini hatırlatır. İnsan fizyolojik ihtiyaçlarını, barınma ihtiyaçlarını, sevgi ihtiyaçlarını, saygınlık ihtiyaçlarını karşılayabilir. Bu sırayla ilerledikten sonra insan “kendini gerçekleştirmek” ister. Fakat kendini gerçekleştirmiş bireyden bahsetmek mümkün değildir. Potansiyelleri olan varlık henüz sonuçlara erişemez. Aristoteles’in terimiyle “tümevarım” hiçbir zaman mümkün değildir. Sonuçlanmayan için yalnızca “kendini gerçekleştirmekte olan” sıfatından bahsedilebilir. Bunun kıstaslarını ise diğer temel ihtiyaçlarını karşılayan bireyin belirleme hakkı vardır.

En olmak ve daha olmak arasındaki seçimi herkes yapamaz. Potansiyellerin çocukken açığa çıkarıldığı ve geliştirmek için çaba harcandığı yerde potansiyellerinin farkında olan çocuk “en iyi” olma yarışına girer. Potansiyellerin peşinden gitmek hiçbir eğitim sisteminde öğretilen bir şey değildir. Eğitim sistemi en iyi olmak isteyenle daha iyi olmak isteyeni aynı sıralarda eğitmek üzerine yapılanmıştır. Halbuki yarışın olmadığı yerde kazanan yoktur. En iyi olma yarışı ancak ve ancak yarış dahilindedir. Kendinden aşağı seviyedekilerle beraber öğrenen birey hiçbir zaman yarışa dahil olamaz ve potansiyellerin açığa çıkması gecikir, ertelenir veyahut gerçekleşmez.


En iyiyi hedefleyen insan her zaman daha iyi olma zorunluluğunu içerir. Daha iyi olmayı hedefleyen birey ise en iyiye ulaşamaz. Hedeflerini büyük tutan büyük yol kateder. En iyi olmak isteyen birey atabileceği en büyük adımı atmak isterken daha iyi olmak isteyen birey yalnızca önceki adımından daha büyük bir adım atmayı umarak eyleme geçer. Başarı, potansiyellerinin farkında olan bireyin en iyiyi hedeflemesiyle de gerçekleşmez. "En iyi"yi hedefleyen geçici bir yarışa girmiş bulunur. "En iyi olarak kalmayı" hedefleyen birey ise hiçbir zaman olduğu yerde durmayacak ve adımları her zaman olabildiğince büyük ve istikrarlı olacaktır. Başarının anahtarı işte tam da buradadır.

30 Mayıs 2017 Salı

Sanat

Sanatın tanımını yapmak hayli zordur. Çünkü göreli olan "sanat" kavramı tanımını da bu görelelik yüzünden zorlaştırır. Göreli olan üzerine yazmak da kolay olmayacaktır.


Sanat kendi yerinde durmak yerine sürekli üretim halindedir. Bunun sonucunda ise herkes kendinden sanat eserine karşı bir bağ kurar. Bu bağ özneldir, sanatçının eserine bireyin anlam yüklemesidir. Sanatın göreleliğinden de bu hususta bahsedilebilir. Birisi için mutluluğa sebebiyet veren parça bir başkası için ölümü hatırlatıyor olabilir. Bu görelelikte sanatı anlamanın yolu sanatçıyı çok iyi anlamaktır. Sanatçıyı anlamadan eseri anlamaya çalışmak her zaman eksik anlamlılığa yol açacaktır.


Sanat eserinin "estetik kaygı" taşıma zorunluluğu ise aslında gayet yerinde bir tanım olacaktır. Fakat sanatçı sanat eserini üretirken toplumun, genelin, estetik algısına göre hareket etmediği için ortaya çıkan sanat, sanatçının estetik yargılarına bağlı olacaktır.

Sanatçı muhaliftir, muhalif olmak zorundadır. Buradaki muhaliflik sadece siyasi bir anlamda olmak zorunda değildir. Eğer sanatçı muhalif olmazsa zaten toplumun geneli gibi düşündüğü ve yaşadığı için sanat üretemeyecektir. İnsanlar kendi fikirlerinin bozguna uğramasından, farklılıklarla karşılaşmaktan genellikle korkarlar. Bu yüzden her sanat eseri herkese hitap etmese de herkes her sanat eserinden kendine bir parça bulabilir. Bahsedilen muhafazakar toplumun dediğini yapmamak toplumdan bağımsız üretmek anlamına da gelmemektir. Sanat toplum için yapıldığında toplumu geliştirecektir. Ülkeler siyasi hamleleriyle değil spor, bilim ve sanattaki başarılarıyla anılırlar.

Sanat eserinin bu oluş-bozuluş evreninde değişmeden ve bozulmadan ayakta kalmasının tek mümkünatı ise üretilenin "fikir" ile üretilmiş olmasıdır. Fiziksel dünya bozuluşa uğrasa da fikir daima baki kalır. Herkesin fikrinden bahseden şeyden de sanat diye söz edilemez. Sanat özgün fikirli olmalıdır. Bu özgün fikir ise toplum gibi düşünmemekle olur. O halde toplum için "düşünmek" iyidir, toplum gibi düşünmek kötüdür.

Toplumdan sıyrılıp farklı düşünen birey sanatçılık ruhunu yakalayacak; özgün düşünüp evrensel ve ebedi eser üretmenin yolunu bulacaktır. Toplumun istediğinden bağımsız; özgün ve sanatçının estetik değer yargısıyla üretilen eser bu eseri sanat eseri kılacaktır.

9 Mart 2017 Perşembe

Kişisel Gelişim Kitaplarıyla Kişisel Gelişmek

Kişisel gelişmek söz konusu olduğunda akla direkt tek bir kaynak geliyor o da kişisel gelişim kitapları. Acaba kişinin kendini geliştirmesi gerçekten bu kitaplara mı bağlı?

Türkiye'de çok satan kitapların bulunduğu raflara göz attığınızda kitap kapakları isimleri değişse de çok satanlar arasında her zaman kişisel gelişim kitapları bulunur. Kendimizi geliştirmek için her zaman birine ihtiyaç duyuyor olmamız çok garip değil midir sizce de?
Spor yapmak için beden öğretmeni veya bir antrenör, müzik icra etmek için müzik öğretmeni, matematik öğrenmek için matematik öğretmeni, tarih öğrenmek için tarih öğretmeni gereksinimi duyuyoruz. Bu kadar yoğun şekilde başkasının desteğine ihtiyaç duyma söz konusu olduğunda kişisel gelişim kitaplarından medet ummak bundan dolayı insanlara çok da saçma gelmez.

İnsanın kendini geliştirme çabası en doğal isteklerinden biridir. Ateşin bulunmasından yazının bulunmasına kadar olan süreçte insanlığın gelişimine dair çok fazla detay bilmiyoruz. Fakat o süreçteki insanlığın gelişimi ile bulunduğumuz yüzyıl içerisindeki insanlığın gelişimi arasında dağlar kadar fark olduğunu görmek çok da zor değil. Çok hızlı yaşayıp hızlıca her şeyi bilmek ve her şeyi kontrol etmek istiyoruz. Kişisel gelişim kitapları da bize bu kontrol ve bilme isteklerimizi gerçekleştirebileceğimizi vaadeder.

Bütün kişisel gelişim kitaplarının temelinde okuyucuya bütün dertlerini unutturup pozitif düşünceyi aşılamak vardır. Kendini sev, seni seven bir yaratıcı var, başarabilirsin, yapabilirsin diyerek gaz pompalarlar sürekli. Bu gaz pompalayan yazarlar da genelde dünyaya katkısı olmayan yani hiçbir işle uğraşmayan sadece geçici olarak insanları başarabileceklerine inandıran konferanslar veren insanlar olurlar. Uydurdukları veya yaşadıkları hikayeler süslü bir şekilde anlatıldığında kişisel gelişim kitapları olur. Halbuki romanlar ve hikaye kitapları da birer kişisel gelişim kitaplarıdır. Romanların belli bir olay örgüsü ve kurgusu vardır. Romanlar kişisel gelişim kitaplarındaki gibi yazarın direkt olarak fikirlerini empoze etmesi yoluyla değil kişinin hayal gücünde kurguladıkları kadar geliştirir insanları. Hayal kurmak ise insanlara yorucu gelir. Kişisel gelişim kitapları okumak hiçbir entelektüel birikim sağlamazken kitap okumanın verdiği doyum hissi sayesinde insanlar kendini tatmin ederler.

Hayatta başarılı olmuş insanlara bakıldığında her birinin özgün fikirlerinin olduğunu ve bu fikirler doğrultusunda fikirlerini gerçekleştirecek işlere giriştiğini görürüz. Bunu yaparken birisini taklit etmezler. Tek yaptıkları kendi fikirlerini gerçekleştirmektir. Kendini gerçekleştirmek, kendini geliştirmek ancak bu yolla olur. Çocuklara karşı yetenekli olmasalar dahi çok iyi enstrüman çalabildiklerini ve sporda çok başarılı olduklarını dile getiririz. Halbuki yeteneği olduğuna inandırılan bu çocukların bahsedilenlere dair yeteneği yoktur. İnsanların zekası baskın şekilde sözel veya sayısal olabilir. Aynı şekilde bedensel faaliyetlerde diğerlerine karşı yetenekli olabilirken enstrüman çalma konusunda başarılı olamayabilir Bunların hepsini sahip olsak da her zaman biri daha ağır basar. Çocuklar hangisinde üstün olduğunu öğrenmek için çok hareketlidirler ve bilginin peşinde koşma heyacanı içerisindedirler. Olgunluğuna erişmiş bir birey artık neye yeteneğinin olduğunu fark eder ve ona göre adımlarını atar. Kişisel gelişim kitaplarının yaptığı bizi her konuda mükemmel olduğumuza ve yeteneğimizin olup olmadığına bakmaksızın her işi yapabileceğimize inandırmaktır.

Bir insan uğraşırsa yeteneği olmamasına rağmen komplike bir parçayı gitarda çalabilir. Fakat yeteneği olan insan üretir ve her zaman üzerine koyar. Yeteneğimizin olmadığı işleri yapmaya çalışmak kısacık ömrümüzde bizi fazlaca yıpratacaktır. Bu yüzden yetenekli yönlerimize yönelmeliyiz. Onları keşfetmeli ve bulmalıyız. Her insanda bulunan yeteneklerden biri kişinin kendini geliştirebilme yeteneğidir. Bu yetenek kişisel gelişim vaadeden ama içeriği tamamen zırvalarla dolu bir kitap okumakla gelişmez. Sorgulamayla, düşünmekle, eleştirmekle, bilme isteğiyle, tartışmayla, yazmakla, hobiler edinmekle, daha çok çalışmakla geliştirilebilir. Maslow'un güdü hiyerarşisinin en üstündeki kendini gerçekleştirme noktasına ulaşmak biraz meşakkatli ama uğraşmaya değer olacaktır. Denemeyi bırakmamalı ve basamakları ağır ağır çıkmalıyız.

3 Ocak 2017 Salı

Yazı Yazmak (Felsefi Örneklerle)

Yazı yazmak, düşünülen şeyi yazıyla somut bir şekilde aktarmaktır.

Pythagoras'ın yaşadığı 6.YY Yunan dünyasında sayılar 1, 2, 3... diye yazılmıyor her bir rakam nokta ile gösteriliyordu. (., .., ...) gibi. Aslında rakamların hangi sembol ile gösterildiğinin pek bir önemi yok. Zihnin yansımasını somutlaştırmanın tek yolu bir şekile anlam atfedip kağıda dökmektir. Bu da yazıyla mümkün olur.

Çocukların matematiği öğrenme aşamaları dikkatinizi çekmiştir. İlkokula yeni başlamış bir çocuğa sayı saymayı veya çarpma bölmeyi öğretmek için yapmanız gereken şey somut verilere dayanarak öğretmek olacaktır. Abaküsler, sayı sayma bilyeleri, ve eller... Çocuklar ve yaşı ilerlemiş fakat matematikle arası pek de iyi olmayanlar matematiksel işlemleri yaparken parmaklarıyla sayarlar. Aslında bütün bunlar bizim soyutsal olanı somuta indirgeme isteğimizden kaynaklanıyor. Bundandır ki 4 işlemli bir çarpmayı ancak kağıda dökerek yapıyoruz. Kağıda yazarak öğreniyoruz.

Öğrenebildiğimiz tarih, yazılan en eski yazılara ulaşabildiğimiz kadardır. Tarih, aynı zamanda da yazıyı yazanın anlaşılabildiği kadardır. Gılgamış destanının bir bölümünün eksik kısmı bulunamadığı için destanı maalesef tam olarak bilemiyoruz. Fakat bu destan zamanında yazıya dökülmeseydi Gılgamış kralından, en eski tufan mitosu kayıtlarından, tarihin en eski yazısından haberimiz olmayacaktı. Yazı, kaybolmadığı takdirde o anı ölümsüz kılar. 

Yazı yazmak diğer nesillere fikirleri aktarmanın en kolay yolu. Fakat yazı yazmayı zorlaştıran bir şey var, şarkı dinlemek. Eğer bir şey üzerine düşünüyor, yazıyor, çalışıyorsanız bu durumda arka plandaki şarkıyı kapamalısınız çünkü yapılan araştırmalar sessiz ortamla kıyaslandığında dinlediğiniz müziğin odaklanmanızda olumsuz yönde etkisi olduğunu gösteriyor.

Yazıyla ilgili farklı bir anekdot olarak da Sokrates'i örnek vermek istiyorum.

Sokrates düşündüklerini yazıya aktarmanın doğru olmadığını düşünen bir filozoftu. Çünkü düşündüklerini yazarsa diğerlerinin Sokrates'in düşündüklerini düşünmelerine gerek kalmayacaktı. Bunun iki farklı yöne çekilebilecek güzel bir düşünce olduğu kanaatindeyim. Bir fikre dair yazı veya kaynak yoksa kaynak sizsinizdir. Böyle bir durumda kaynağa erişemeyen biri o düşünceye dair kaynak olmak için çabalayacaktır. Fakat yazılı bir kaynak varsa elinizde okuduğunuz düşünceyi yazarın anladığı kadar anlamak durumundasınızdır. Gorgias, "...bilsek de aktaramayız." dediği düşüncesinde bilmenin, aktarmanın güçlüğünden bahseder. Herhangi bir romanın yazarı kafasında canlandırdığı masayı betimlediği zaman kimsenin zihninde yazarın düşlediği masa canlanmayacaktır. Çünkü Gorgias haklıdır. Bildiğimizi aktarmak bir hayli güçtür.

Sofistler şüphecilerdir ve dünyayı gezerek hitabet dersleri verirler. Ünlü sofistlerden olan Gorgias "...aktaramayız" derken aslında bilginin imkansızlığından bahsediyordu. Bütün filozoflar Gorgias'ın imkansız olarak gördüğü bu bilginin peşinden koştular. Bilgi sofistlerin yaptıkları gibi gezerek elde edilmez. Soru sorup cevabını aramadan bilge olunmaz. Okumanın beraberinde bilgiyi getirdiği gibi yazmak da insanı bilge yapar. Kim bilir, Thales'ten önce nice bilgeler vardı da yazılarına ulaşılamadığı için bilge değil gölge oldular...

2 Aralık 2016 Cuma

Türkiye'nin Diğer Ülkelerle Eğitim Sisteminin Karşılaştırılması

Sınav olmak, bilgiyi ölçmenin yollarından biridir. Peki bu sınav bizim bilgimizi ne ölçüde gerçeğe yakın ölçüyor?

Sınavda başarılı olmak konuyu bilmenize, sınava hazır olmanıza ve o anın içerisinde psikolojik, biyolojik bir rahatsızlığınızın olmamasına bağlıdır. Bu gibi değişken durumlar sınavda ciddi hatalar yol açabilir. Sınavlara çalışırken de çalışma esnasında değil çalışmanın hemen öncesinde müzik dinlerseniz zihniniz rahatlayacak ve o rahatlıkla bilgileri depolamanız rahatlaşacaktır.

6 yaşında başlayan sınav maceramız üniversite, iş hayatı, ölüme kadar uzanan bir yolculukla devam ediyor. Buna rağmen her sınav oluşumuzda strese yenik düşüyorsak bu bilgiyi ölçme metodunun yanlış olduğu noktasına varabiliriz.

Türkiye, OECD'nin eğitim raporunda 41.sırada. Üst sıralarda yer alan Finlandiya, Japonya, Singapur gibi ülkelerin eğitim sistemlerini incelersek neden 41.sırada olduğumuz konusunda kesin yargılara ulaşabiliriz.

5 milyon nüfusa sahip olan Finlandiya'nın eğitim sistemi ülkemize kıyasla temel farklılıklar taşıyor.
--
Öyle ki biz sınav olmaya ve diğerleriyle yarıştırılmaya 6 yaşımızda başlarken Finlandiya'da eğitimin başlangıcının yaşı 7. Eğitim hayatı başlangıcının ilk 6 yılında ise derslere not verilmiyor. 

Ebeveynlerimiz bizi okullara servislerle, elimizden tutup sınıfıma götürürlerken Finlandiya'da öğrenciler bisiklet veya yaya olarak derse gidiyorlar.

Türkiye'de ders saati 6 iken Finlandiya günde 4 saat ders yapıyor.

Japonya'nın eğitim sisteminde ise öğrencilerin sorumluluk alması adına hademeler çalıştırılmıyor. Öğretmen ve öğrenciler bütün okulun temizliğinden sorumlular.

Yine Japonya'nın öğretmenleri yemeklerini öğrencileriyle birlikte aynı masalarda yiyorlar.

Singapur'da öğretmenler okul müdürü olamıyorlar. Okul müdürü olmak için okul müdürlüğü okumak gerekiyor.

Singapur'da bazı öğretmenler doktorlardan daha fazla para kazanıyorlar. Öğretmen olmak da doktor olmak kadar zor.

--
"Bazı insanlar aile kurmayı öğrenirler. Yani buna değer verirler. Bazıları ise başka bir takım şeylere, değer verirler. Onlara değer verirken niye değer verdiğini düşünmez birey, toplum için erimiş olan birey. Toplum koleje girmeyi bir değer olarak sunduğu için artık o kişiliğini yoksayma halidir. Koleje girmek için yarışır, üniversiteye girmek için yarışır, iyi bi işe girmek için yarışır, güzel bi kadınla evlenmek için yarışır. Devamlı bir yarış ve kazanma zorunluluğu." -Kaybedenler Kulübü
Küçük yaşlarda başlayan yarışın içinde olma zorunluluğumuz bizleri okuduğunu anlamayan, analitik düşünemeyen, sıra beklemeyi bilmeyen, emir altında çalışan ve sözünün hiçbir değeri olmayan eğitimsiz insanlar yaptı. Bizim eğitimsizliğimiz sistemde değil, sistemi yanlış yönetenlerdedir. O halde eğitim sisteminin değil eğitim sistemindeki yanlışlıkların kökü kazınırsa ancak başarıya o zaman ulaşabiliriz. Tek yol eğitim!

13 Kasım 2016 Pazar

Sosyal Medyanın Yarattığı Kitap Okuyamama Sorunu

Belki de günümüzün en büyük sorunlarından biriyle artık yüzleşmemiz gerektiği kanaatindeyim: "kitap okuyamamak"

Tabii ki burada bahsetmek istediğim temel sorun okumamak değil okuyamamaktır. 

Twitter, snapchat vs. sosyal medya araçlarının temel prensibi bizi başkalarına karşı iletişim haline sokma çabasıdır. Düşündüğünüz bir şey anında 140 karaktere sığdırılıp twitterda tweet şeklinde yer bulmak zorunda. Veya snapchatten bahsetmek gerekirse yaşadığınız o an ertesi gün artık hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü insanlar sizin dünkü fotoğraflarınızı ya da videolarınızı merak etmiyor. Tek yapmanız gereken, "an"ı paylaşmak. "An"ı paylaşırken de başkalarının o "an"ından haberdar olmak zorundayız. Devamlı olarak iletişimin zorunluluğu içerisindeyiz.

Twitter düşüncelerinizi uzun uzun yazmanızı istemiyor sizden, 140 karakter yeter çünkü insanların düşüncelerinize ayıracak vakitleri yok.
Snapchat şu an ne yaptığınızı paylaşmanızı istiyor çünkü dün ne yaptığınız kimsenin umurunda değil. 

Tamamen bizler diğerlerini umursamayan ve kendini tatmin etmeye odaklı bir mekanizmanın bağımlılarıyız.

Ne düşündüğünüzü ne yaptığınızı ve nerede olduğunuzu insanlarla "anında" paylaşabilirsiniz. Sosyal medyayı besleyen ve ayakta tutan da zaten budur. Fakat bununla beraber inanılmaz bir bilgi akışı var ve sosyal medyadan ne kadar uzak olursanız siz de o kadar bilgiden uzak kalacaksınız. Bu gözle bakılacak olursa eğer sosyal medya çağı yakalamak noktasında çok önemli bir yere sahip. Fakat sosyal medyanın bahsettiğimin dışında kullanımının doğurduğu en büyük sonuç kitap okuyamamaktır.

Anlık fotoğraflar, anlık yer bildirimleri, anlık eğlenceler, anlık hayatlar, 140 karakterlik tweetler... 

Bir bakmışsınız ki anı paylaşmak dışında bir şey yapamaz olmuşsunuz. Bahsettiğim şey bunlardan ibaret. Kitap okuyamamak sosyal medyanın bize dayattığı anı yaşamak yerine anı paylaşmaktan ibarettir. Kitap okumak durağan, yavaş bir aktivitedir. Binlerce kelime ve binlerce fikirden oluşur. Okuması da emek gerektirir. Sosyal medyadaki yapmacık hayatların dışında, bir o kadar da gerçekçi kurgulanmış kesitler sunar bizlere. Bırakın sosyal medyadaki yapmacık tavırlarınızı artık. Çünkü masallar bile (!) sizden daha gerçekçi.

2 Kasım 2016 Çarşamba

"Korkma Ben Varım!" Kitap Özeti ve İncelemesi

Bu blogda kitap özeti paylaşmayı düşünmüyordum fakat bu özet, blog için bir istisna olsun istedim. ☺

Kitabın hikayesinden öte beni en çok etkileyen şeylerden birisi Murat Menteş'in üslubu oldu. Sıradan bir yazarın üslubuna sahip olmadığı, ilk satırlarda başlayan savaş sahnesi betimlemeleriyle açığa çıkıyor . Sırtından vurulan bir adamı anlatırken "sırtından vurulan bir penguen, nar taneleri saçarak infilak ediyor!" şeklinde tasvirlerle kitabı zenginleştiriyor. Kitabın bu şekildeki anlatım tarzı alışık olmadığımız türden olsa da kitapta yazarın bu anlatımının hiç sırıtmadığını da görüyoruz. Karakterlerin her biri özgün hikayeler ve ilginç isimler taşıyor. Bu sebeplerle kitabın yazarı beni diğer kitaplarını en kısa zamanda okumam konusunda fazlasıyla teşvik etti.

--- spoiler ---
İlk bölüm kitap Gönül İşleri Bakanlığı'nda çalışan aynı zamanda dövüş ustası da olan Fu'yu betimleyerek başlıyor. Fu karakterinin ilginç bir özelliği olarak çin atasözlerini çok fazla ve çok doğru yerlerde kullandığını söyleyebiliriz.

Kitabın diğer önemli karakterinden biri de Gıcırbey:
Gıcırbey "bildiğim bir şey varsa..." şeklinde sürekli aforizmalarla konuşan bir karakter. Bu karakter başkalarından intikam alarak para kazanan zayıf ve mülayim bir adam. Hikayenin eskiye atıfta bulunan bir bölümünde Gıcırbey ve Fu'nun tanışıklığının ortaokul sıralarında başladığını görüyoruz. Fu'nun intikam almak istediği kişi olan "Hayati Tehlike" için, Fu ve Gıcırbey telefon görüşmesi yaparlar. Hikaye, Hayati Tehlike'nin Gıcırbey'i öldüreceğini anlayan Fu'nun bu durumu Gıcırbey'e haber vermesi ve Fu'yla Gıcırbey'in ortak olmalarıyla devam ediyor. Kitabın ilginçleşmeye başladığı noktalardan birisi de Gıcırbey'in ve Hayati'nin aynı kızdan, Şebnem'den hoşlanmalarıdır.

Hayati gangsterdir. Şebnem'in babasının polis olduğunu bildiği için de Şebnem'e kendisini padişah yorganları satısıcısı Enver Paşa olarak tanıtır ve Şebnem'le yakınlık kurar. Kitap Şebnem ve Enver'in samimiyetini anlatırken işler yavaş yavaş kızışır ve silahların ve mermilerin havada uçuştuğu bölümler başlar. En sonunda Hayati ve Şebnem mutlu şekilde hayatlarına devam ederken kitaptaki diğer karakterlerin hepsi ölür.
--- spoiler ---


Kitaptaki anlatımın farklı boyutlarını anlamak adına karakterlerin hayatlarından biraz daha örnek verebiliriz. Gıcırbey'in yüz yıldır yaşayan papağanıyla olan hikayesini anlamamız adına hikaye bir süreliğine papağının gözünden akmaya başlıyor. Hikayenin Gıcırbey'in babasından bahsettiği bölümde ise ayakkabıcı olan babası yaklaşık 5 sayfa kadar ayakkabının tarihi ve yapım aşamalarıyla ilgili bilgiler veriyor. Diğer karakterlerden Şebnem, tarih öğretmeni olduğu için kitaptaki Şebnem'e ayrılan her bölümde tarihte o ay ve güne tekabül eden önemli olayların Şebnem tarafından anlatılmasıyla başlıyor.. 

Kitapta bitmek bilmeyen karakterler arası bir geçiş var fakat kitabın mükemmel kurgusu hikayenin akışını hiç bozmuyor. Karakterler üzerine yazarın detaylıca yoğunlaştığı ve anlatımı nasıl zenginleştireceği konusunda fazlaca kafa yorduğu da gayet açık. Bu yönleriyle değerlendirecek olursak yazarın kurgusu, karakter analizleri ve üslubu yönünden benim çok beğendiğim bir kitap oldu. Hala daha okumamış olan var ise okumadığınız için çok şanslısınız çünkü önünüzde çok kısa zamanda keyifle okuyacağınız bir kitap var!

17 Ekim 2016 Pazartesi

Asansör Üzerine Deneyler ve Psikolojik Detaylar

Bir önceki yazımda zamanın ne kadar gerekli olduğunu ve hızlı yaşamaya ne kadar alıştığımızdan bahsetmiştim. Yüksek katlı binalarda bizi hızlı bir şekilde ulaşmamız gereken noktaya taşıyan bir alet var: asansör.

Asansör psikolojinin çok fazla ilgi odağı olan ve insan davranışlarının incelenmesi için önemli bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Asansörler insanların genellikle yalnız başına kalabildikleri tek mekan ve böyle bir yerde rahat hissetmeleri üzerine çok önemli faktörler var. Eğer tanımadığınız insanlarla aynı asansördeyseniz asansörler kapalı ve dar alana sahip olduklarından savunma mekanizmanız farkında olmadan istemediğiniz davranışlar sergilemenize neden olabilir. Üzerine konuşulacak birkaç deneyden bahsetmek istiyorum.

İzlediğim "sosyalleşmek" üzerine yapılmış deneyleri anlatan belgeselde asansörle ilgili bir kısım vardı. Asansörde tek başına yukarı katlara çıkmakta olan bir birey vardır. Yukarıya çıkmakta olan asansörü bir üst katta iri yarı 4 adam beklemektedir ve üst katlara olan yolculuk 5 kişi olarak tamamlanacaktır. Denek harici diğer 4 iri yarı adam da birbirini tanımaktadır. Bahsettiğim dört adam diğer adamın bakış açısının zıttı yönünde giriş yaptıkları için gruba uyum sağlamak için denek de duruş pozisyonunu diğerleriyle aynı yönde çevirmek zorunda kalır. Deney bundan sonra 4 adam her farklı yöne döndüklerinde deneklerin de aynı tepkiyi vermesiyle devam eder.

Türklerin yaptığı bir şakada ise tek başına olan bir adamın yanına sayıca fazla bir taraftar grubu bağıra çağıra tezahüratlar eşliğinde asansöre girerler ve adam savunma mekanizmasıyla kavga çıkarır ve etraftakilere birkaç yumruk savurur.

Aslında bu deneyler insan davranışının uyarana verdiği 2 farklı tepkiyi gösteriyor. Aşağı yukarı uyaranlar aynı diyebiliriz: savunma mekanizmasını harekete geçiren kalabalık bir grup. Savunma amaçlı birisi pasif kalırken diğeri de saldırarak kendini koruma amacına gidiyor. İnsanoğlu için hayatta kalmak en önemli unsur olduğundan tepkiler değişse de davranışlarında temel gaye aynı kalıyor.

Yine psikolojik olarak ele alınması gereken başka bir unsur her asansörde neden aynanın bulunduğu sorusudur. Klostrofobiye sahip olmayan insanlar bile 3m² alanın içerisindeki daralacak, bunalacaktır. Dar alana derinlik katmak da aynanın görevidir. Aynalar alana derinlik kattığı için insanlar kendini güvende hisseder. Bazı yerlerde asansörler tamamen dışarıyı görecek şekilde camdan yapılırken geriye kalan asansörler derinlik için aynayı tercih eder. Sebebi ise insanın dar alana olan korkusundan kaynaklanır.

Bir diğer konu da asansörlerdeki kapıyı kapama butonu. İlginç bir bilgi olarak asansörlerde en erken eskiyen butonların bu butonlar olduğunu söyleyebilirim. Bu butonun da psikolojik bir deney unsuru olduğunu bir yerlerde okumuştum. Bahsettiğim bu butonlar insanların düğmeye basıldığı takdirde kapının 2 saniye erken kapandığını ve gidilmek istenen yere bu vesileyle daha hızlı gidildiğini düşünmeleri üzerine yapılan bir deney. Butona basıldığı sırada zaten asansörün kapanması için geri sayım biter ve buton ve geri sayım ikilisi aynı zamana denk geldiğinden kapı kapanır. Bu deneyde basılan buton bir placebo etkisi yarattığından insanlar kullanınca içlerini rahatlatır. İstanbul'da ulaşım için trafikte her gün 4 saatini harcayan insanlar olduğunu da düşününce 2 saniye insan hayatı için oldukça önemli bir etken görülüyor sanırım.

İnsanlığın bütün buluşları tembellik üzerine olmuştur. Ulaşımda gideceği alana yavaş gitmekten bunalan tembel insan daha hızlı otomobilleri, uçakları doğurmuştur. Basamaklar da insanın tembelliğinden yerini asansöre bırakmıştır. Spor yapmayan bireyler olarak altımızda araba, asansör ve diğer ulaşım araçları oldukça 2 adım atınca soluk soluğa kalmamız kaçınılmaz bir şey olarak gözüküyor.

Tembellik etmeyin, yürüyün! ☺

12 Ekim 2016 Çarşamba

Zaman Mefhumu

Hepimizin bizi meşgul eden bazı uğraşları ve işleri var. Herkes; işe, okula, buluşmaya yetişmek zorunda. İşlek bir caddede insanları izlediğinizde herkesin bir acelesi olduğunu göreceksiniz çünkü modern dünya insanı yaşamak için hızlı olmak zorunda. Bu da aslında bir doğal seçilim sayılabilir. Çitanın evrim sürecinde hayatta kalması "en hızlı koşan çitaların" diğer hayvanlardan kaçarak soyunu devam ettirebilmesine bağlıdır. Yavaş koşan çita zaten diğer canlılar tarafından yaşamını yitirecektir. Çağa ayak uyduramayan, insanların hızlı yaşamlarına adapte olamayan birey de hayatta hep geri planda ve istenmeyen bir konumda olacaktır.

Uğraşlarımız bizi o kadar esir almıştır ki, zaman kavramının değerini insanoğlu kavrayamamıştır. Diş macununun bütününü dışarı sıktığınızda bile diş macununu tüpüne geri sokmanızın bir olanağı vardır. İmkansız şey henüz imkanı için çaba harcanmamış olandır. Pekala imkansızı bile başarabiliyorsak neyi başaramıyoruz? Tabii ki de zamanda geriye gitmeyi. Zaman en büyük ihtiyaçtır. Zamanın önemli olduğu bir yerde yapmak gereken tek şey ise bilgiye ulaşmaktır.


"Bilmek egemen olmaktır." -Bacon

İnsanın bilmek istemesi egemen olma isteğinden gelir. En çok bilen gücü en çok elinde tutan insandır. Sokrates'in öğrencilerinden biri dönemin en büyük kahinine "en bilge kişi kimdir?" sorusunu sorar ve Sokrates'in "dünyanın en bilge insanı" olduğu cevabını alır. Öğrencisi Sokrates'e bu cevabı ilettiğinde ise Sokrates bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediğini bilmekten ibaret olan biri olarak şaşkınlığını dile getirir. Devlet büyüklerine ve bilge olduğu söylenilen insanlarla konuşmaya ve başkaları tarafından en bilge kabul edilen insanı aramaya koyulur fakat gördüğü üzere insanlar Sokrates kadar bilge değildir. Bu durumda insanın bilgisiyle böbürlenmek bir yana bilmediğini bilmenin en büyük erdem ve bilgelik olduğu sonucu ortaya çıkıyor.

Asırlardır filozofların istedikleri tek şey "episteme"ye "logos"a yani bilgiye ulaşmaktır. Evreni anlamlandırmaya başladığınız an bilgiye yaklaşırsınız. Platon bu yüzden en ideal devletin tanımı olarak devletin başına bir filozofun geçmesi gerektiği düşüncesindedir.

Bilgisizliğin, aklın almadığı noktanın ve anlama çabasından kaçınmanın başladığı yerde ise işin içine yaratıcı ve koşulsuz iman gelir. Hayatta her şeyin cevabını tanrıya atfettiğiniz anda felsefe hiçbir zaman doğmayacak ve evrenin temel maddesi, bilgiye ulaşmanın imkanı, iyinin ve doğrunun ne olduğu, dünyanın şeklinin neye benzediği gibi sorular hep askıda kalacaktır. Bu yüzden felsefe yaparken düşüncenin bir noktasında "tanrı ol dedi oldu" fikri sizi kısıtlandırıyorsa bu tür dogmaları askıya alarak konuyu tekrardan gözden geçirmek gerekmektedir.

Zamanın ve bilginin hayattaki en önemli iki şey olduğunu düşünüyorum. Bilgiye ulaşmanın en büyük yolu da çok okuyup çok araştırmaktan geçer. Bence modern dünyanın hızı sizi aldatmasın. Sindire sindire kitap okuyun ve yavaş yavaş yaşayın hayatı. Böylesi sizi güçlü ve entelektüel biri kılar. Sistemin esiri olmaktansa kendi sisteminizi oluşturmanız ancak bu yolla olur.

30 Eylül 2014 Salı

Araplaşan Yeni Türkiye'de Eğitim Sistemi


Merhabalar. Bu satırları girerken arkada Motörhead çalıyor, ruh halimi anlayın. Ciddi anlamda psikopata bağlamış bulunmaktayım...

Farkına varmadan günlerimiz akıp gidiyor. Ufak değişikler unutulup gidiyor fakat etkileri daha sonradan anlaşılıyor.

100 yıl öncesinde bile eğitimde ve özel kurumlarda yasak olan türban ilkokullarda bile serbest bırakıldı. Bu durumu gören türbanlı arkadaşlarım rahat rahat okula girebilir oldu. Kapalı olmayan arkadaşlarım kapandı. Peki bu durum beni rahatsız ediyor mu? Tabii ki ediyor.

Bu şu demek değil, "sen dine karşısın!" ben dine karşı değilim. Bıraktığı olumsuz etkilere karşıyım. Türban erkek ve kız arasına ciddi bir sınır çekiyor. Ben herhangi bir kız arkadaşıma sarılabilirken türbanlı arkadaşımda böyle bir şey söz konusu bile değil. Sarılmak mı peki bütün derdim? Değil.

Benim türbanlılarla olan iletişimim verimli olmadığı gibi onların da verimli olsun isteği yok. Çünkü islamda Tanrı buyurmuş, "örtün, çünkü saçından tahrik olacak erkekler var" hal böyle olunca iletişim de bir yere kadar. Bunları yazarken türbanlı kızlara kin beslediğimi düşünmeyin. Benim kinim düşünce yapısına.

10.000'e yakın öğrenci tercihte bulunmadığı halde İmam Hatip Lisesine yerleşti. Yerleşenler arasında arkadaşlarım da var. İşin garibi de bu gruba gayrimüslümler de dahil.

Türban sorununu hallettik. İyi güzel ama bunlar demeyecek mi? "ben çarşafımla okula giremiyorum, bu benim haklarıma aykırı!" Derler tabi. Çünkü bu aşama bitmez.
Ben türbanımla girmek istiyorum. Ben çarşafımla girmek istiyorum. Erkek öğretmenimiz olmasın. Kadınlara kadın öğretmen ders anlatsın. Aynı sıralara erkek ve kız oturmasın. Aynı sınıfta erkek ve kadın bulunmasın. Bütün okullar Arapça ve Osmanlıca ders versin... 

Düz liseler yavaş yavaş İmam Hatip Lisesine dönüyor. İmam Hatip Liselerine de karşı değilim. Gerektiği gibi kullanılmamasına karşıyım. Tercihte bulunulmadığı halde öğrencilerin zorla yerleştirilmelerine karşıyım. Arapça kuran okutturulup tek bir Türkçe ayet öğretilmemesine karşıyım. Ben yeni bir sistem istiyorum. Veyahut istemiyorum, çünkü bu ülkeye her şey müstahaktır.

Kızlı erkekli karma sistemin yerini neler aldı bilmek ister misiniz? Başlarda söylediğim gibi küçük şeyler üstünde durulmadan geçiştiriliyor. Kızlı erkekli kalınan yurtları ayırdılar. Hamile kızların babalarına "kızın hamile" diye mesaj göndermeye başladılar. Yetmedi, kürtajı yasakladılar. Yetmedi okullarda kız ve erkeklerin aynı sınıfta bulunmasını yasakladılar. (şimdilik bu İmam Hatip Liseleriyle sınırlı) Atatürk'ün tevhid-i tedrisat kanunun çok öncelerine, 100 yıl öncesine geri götürülmeye çalışılıyoruz. Ancak bu işin farkında olmakla bir şeyler başarabiliriz.

Okullarda erkeklerde uzun saç, küpe; kızlarda tayt gibi dar kıyafetler yasak. Dövme yasak. Dersi şapkanızla dinleyemezsiniz. Çünkü cezası var, kılık kıyafet düzgün olmazsa uzaklaştırmaya maruz bırakılırsınız. Ama olsun, türbanınızla dinleyin dersi. Hem havalar soğudu kışın sıcak tutar. Fazla da sıkmayın ama kafanızı o bezlerle, arada bir oksijen gitsin.

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Maddiyat Üzerine

Bu yazıyı yazmaya beni iten bazı sebepler var ama ağırdan alalım, geleceğim oraya.

Maddiyat bildiğiniz üzere sahip olduğunuz mallar anlamına geliyor. Yani sahiplendiğimiz mallar için kullanılan bir tabir.

Biraz geriye gidecek olursak eğer milyar yıllık evrende milyon yıl yaşamış insanlar hep bir sahiplenme isteğiyle yaşamıştır.  Göçebe hayatla başlayan serüven daha sonradan yerini yerleşik hayata bırakmıştır. O bölgeyi sahiplenmeyle devam etmiştir. Günümüzdeki maddeye karşı olan sahiplenme ise aşmış durumda.

Müthiş bir pazar var önümüzde bir kere. Önceden bakkala girer, ihtiyacımızı alır çıkardık. Artık devir değişti. Etrafımızda bakkalın kalmadığı gibi, adım başı süpermarket zincirleri doluştu. Süpermarket sanıldığı gibi alışverişi verimli hale getirmez. Çünkü insanoğlu doyumsuzdur, açgözlüdür. Kampanyalara çabuk kanar, hiç ihtiyacı olmayan üründen ikişer tane alır. Kafada oluşturulan belli listenin dışına çıkan onlarca gıda, eşya ve türevleri alınınca borca sürüklenir insan. Ki zaten kredi kartı kullananın kaçınılmaz sonudur borç.



Kredi kartı, olmayan parayı harcamaktır. 24 aylığına alınan bir eşya 24 ay taksidi bitmeden sizin değildir. Bu yüzden aslında çoğu şeye sahip değiliz. Elimizdeki telefonlar, prof. makineler, bilgisayarlar, tabletler bizim değil. Eh, demekki kredi kartı kullanmak büyük cesaretmiş.

Bankalar toplumu düdükleme ustasıdırlar. Kredi kartı, alınan krediler, ödenen hesap işletim ücretleri... saymakla bitmez, bu yüzden saymayacağım. Bankalara düdüklenenlerse ya açgözlüler ya da saf insanlardır.

Maddiyat beraberinde tembelliği getirir. Miras kalan ev, araba, yüklü miktar para çalışkanlığı sömürür. Fakat hep fazlasını istediğimiz için tam anlamıyla çalışma azmini söndürmez. Hepimiz bir evimiz varsa daha iyi bir ev, arabamız varsa daha iyi bir araba isteriz. Yüklü bir miktar para biriktirip bu düzenden kaçmak istesek de yine maddiyatın kurbanı oluruz. Kağıda yüklenen değer inanılmaz boyutta. Bir kağıt parçası ile yapamayacağınız şey yok. Hayalleri de gerçekleştirmek sadece kağıt parçasından ibaret.

Bahsetmek istediğim maddiyata verilen değer değil, aşırılıktır. Beni bu yazıya iten sebep de tam olarak buydu. Hepimiz maddiyata değer veririz. Öyle ki hepimizin yanımızdan ayırmadığı bir telefonu var. İletişimden farklı boyuta ulaşan akıllı telefonlar ile birlikte maddi aşırılık da boy gösterir oldu. Durakta, caddede, cafede, okulda telefon ekranından kafamızı kaldırmayan insanlara dönüştük hepimiz. Etrafımızdaki güzellikleri farketmeyen, güzelliği telefonlarda arayan bireyler olduk çıktık. Akıllı telefonları olan cahil insanlar olduk.

Böylelikle hayvanlardan bizi ayıran en önemli özelliğimiz olan zekamızı da makinelere bıraktık.
Alıntıyla noktayı koyalım madem. Ne demiş Ahmet Kaya: "olmasaydı sonumuz böylee."

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Türkiye'deki Özgürlük Boyutu

Türkiyede "ben özgürüm!" demek, "küçükken kaç yaşındaydın?" sorusu kadar saçma olsa gerek.

Ay yıldızlı şanlı Türk bayrağına karşı beslediğin gurur, İstiklal Marşı'nı duyduğunda kabarttığın göğüs, milliyetçilik duygunun kabardığı askerlik; senin iradene mi bağlıdır? Hayır canım kardeşim, yanılıyorsun. Yanılıyorsun çünkü toplum kuralları, toplum baskısı ve nicesi var. Dinle.

Doğduğundan itibaren aldığın kararlar, kaçı gerçekten senin kararlarındı? Doğduğunda ezanla okunan isminden tut sünnet düğününe kadar, şu anda çalışmakta olduğun meslekten ölümüne kadar olan süreçten bahsediyorum tabii ki.

Çocukluğunda başladı her şey. Hatta ondan da önce, evet. Asırlardır süregelen aile yapısı ve bu yapı ile yetişen toplum mahvetti bizi. Sadece özgürlüğümüzü mü aldı peki bu aile yapısı? Yok daha neler! Korkuların, kazanamadığın hobilerin, mutluluğun... Hepsi elinden kayıp gitti, ailen sayesinde. Korkuttular bizi yaramazlık yaptığımızda; "bak bu amca polismiş", "hadi teyzesi çıkar iğneyi" diyerek. 
"gece gece icat çıkarma başımıza" diyerek yaratıcılığımızı öldürdüler.

Pekala, yazının baştan alalım. Milliyetçilik, doğru bi şey midir? veyahut milliyetçilik olmalı mıdır? Milliyetçilik olmamalıdır. Kazanılmış bir şey değildir çünkü. Türk milliyetçisi olan bir insan Amerika'da doğsaydı Amerika'nın milliyetçisi olmayacak mıydı? Nüfus cüzdanında TC yazması seni sadece Türkiye vatandaşı yapar. Ne mi alakası var konumuzla. Diyorum ya, isteyerek seçmedin ülkeni, öğrettiler sana.
"seveceksin ulan ülkeni!" diyerek.

"ben özgürüm, fikirlerimde toplumun bir payı yok" diyorsun da dinle. Alıp başını ülke dışına çıkmaya cesaret edebilir misin? İşim ne olacak, param yok, ailemi arkamda bırakamam diyenler cesaret edemeyecek. Özgürlük istediğini yapabilme hakkıdır. "okumuyorum okul falan zaten sistem komple boktan" diyorsun da, icraata geçebiliyor musun? geçemiyorsun. E hani özgürdün canım benim? O işler sanıldığı gibi kolay değil.

Türkiyede eşcinsel misin? Linç edilirsin. Trans mısın? Yatacak yerin yok. Çok güzel bir fikrin mi var? İmkan yok. Peki, özgür müsün? Öyle bir dünya zaten yok. :)

21 Nisan 2014 Pazartesi

Bir Minibüs Hikayesi


Saat 6:00 sularında yatağımdan kalktığımda bahsedeceğim olayı yaşayana kadar gayet sakin ve kendi halimde bir insandım.  İçimde kopan fırtınaları hissedebilmeniz için yanımda olmanız gerekirdi.

Kulaklığımı unuttuğumda her zaman başıma ilginç olaylar gelir. Bugün de ona benzer bir olay yaşadım. Elimi havaya kaldırdığımı gören minibüs şoförü önümde durdu ve minibüse bindiğimde radyodan ilahi sesleri yükseliyordu. Kulaklığım olmadığından kulağım ilahideyken gözlerim de insanların üzerindeydi.
Duraklar ilerledikçe inenlere karşılık minibüse yeni insanlar katılıyordu. Bir adam girdi kapıdan içeriye, adamın pis kokusunu o an burnumda hissettim. Adamı baştan aşağı süzdüğümde fazlasıyla yıpranmış ayakkabıları ve eskimiş kıyafetlerinin olduğunu gördüm. Yollar uzayıp giderken ilginç bir diyaloğa şahit oldum.

Bahsettiğim adam minibüs şoförüne yaklaşarak mahcup ve olabildiğince kısık bir sesle:
"şoför bey param yok, inecek miyim?" diye sorduğunda içimden bir parça kopmuştu.

Şoförün cevabı aşağılayıcı ve fazlasıyla yüksek bir ses tonuyla:
"paran yoksa ineceksin arkadaşım! sabah sabah delirtmeyin adamı!" diye olmuştu.

Sadece iki lira için birisinin bu kadar acımasızca davrandığına inanamıyordum. Ben o an radyodaki ilahiye takılmıştım. Dindarlığın değil, insanlığın kıymetli olduğunu o an anlamıştım. İnsanları dindar olduğu için iyi, ateist olduğu için de kötü olarak sınıflandırmanın da bir o kadar tehlikeli olduğunu anlamıştım. Dindar, ateist, beyaz ya da siyahi... Mesele insanlıktaydı. İnsan, canlı bir varlıktı. Diğer canlılardan zekamız ile farklılaşamıyorsak vicdanımız ile farklılaşmalıydık. Vicdan, insanlık için çok büyük bir adımdır. Hepimizde varolan vicdanı kullanmayı unutmayalım ki insan olmamızın bir değeri olsun.

16 Nisan 2014 Çarşamba

Dünya Edebiyatı Klasik Eserlerini Neden Okumalıyız?


Kitap okumak hobi değil, gereksinimdir. Dünya klasiklerini okumak ise gereksinimden ötedir. İhtiyaç değil, zorunluluktur. 

İlkokuldan beri zorla dayatılan kitap okuma baskısına boyun eğerek sıkılarak da olsa klasikleri okumuşuzdur. Kitap okumanın dayatmayla yürümeyeceğinin, dışı süslü içi boş kitapların zaman kaybı olduğunun farkına varan kişi klasik eserlere yönelir. Klasik kitaplara ben bunu okuyayım diyerek başlanmaz. Bu eseri tekrar okumalıyım denilerek başlanır. Eldeki klasiği görenler "sen daha bunu okumadın mı?" sorusunu sormaktan bıkmaz. Göz gezdirilerek değil, yavaşça ve kavrayarak okunur. Çünkü bu tür eserlerde her zaman verilmek istenen mesaj vardır.

Dünya edebiyatı klasiklerinin belli kitaplardan oluşmasının sebebi eserlerin bütün dünyaya hitap etmesidir. Açlıktan bir deri bir kemik kalmış insan ile gözü doymak bilmeyen zengin insana aynı duyguları hissettirir.  Ateist adam ile katolik hristiyanın aynı duyguları paylaşmasını sağlar.

Dünyaya olan bakış açınızı bu kitaplarla bambaşka yerlere taşırsınız. Günümüzde kapitalizmin tüm dünyada baş göstermesine rağmen elimizden bir şey gelmemesinin sebebi çoğunluğun Robin Hood'u okumamış olmasından geçer. Hala daha çocuklarını acımazca dövenlerin olması Şeker Portakalı'nın okunmamış olmasındandır.

Bu eserlere "zaman kaybıydı!" diye hayıflanılmaz. Hayıflanılacak bir şey varsa o da kitabı anlayacak kapasiteye henüz ulaşılmamış olunmasıdır.

Bambaşka deneyimler yaşamanıza sebebiyet verir. Yeri gelir Rusya ve Fransa arasındaki çekişmeli savaşa tanıklık edersiniz. Yeri gelir 6 yaşındaki Zeze gibi düşünürsünüz. Maceradan maceraya koşturur, farklı dünyalarda sürüklenedurursunuz. Bu kitaplar düşsel zenginliğin, düşünsel faaliyetlerin doruk noktasını oluşturur. İncecik bir kitap, hayatınızı değiştirebilir. Yazarın üslubu bir eserde çok acımasız olabilirken başka eserlerde dostunuzmuşcasına keyif verebilir.

Basım tarihinde yüzyıllar öncesini gösteren bir kitap, bugünün olaylarını anlatabilir. O zaman anlarsınız, yüzyıllar boyunca gelişenin sadece teknolojiden ibaret olduğunu.

Klasik eserler okunmalıdır. Klasik eserler puzzle parçalarına benzer, her okuduğunuz eser puzzle'ı tamamlamanıza katkıda bulunur. Tamamdır, ben hepsini okudum dediğinizdeyse ortada tek bir puzzle parçası kaldığını görürsünüz. Ortayı doldurmak için çaba sarfetmek gerekir. Okunulan klasik eserleri tam anlamıyla uygulayabildiğinizi düşündüğünüzde puzzle'ın tamamlanması işten bile değildir.